Şans, uyanık olma halidir. Kendini hazır, gözünü açık tutmaktır. Fırsatları görüp, bunları hayatına dahil edebilmektir.
Şans, başarısızlığın kendi dışımızdaki mazereti değildir.
Psikolog, Profesör Richard Wiseman şansla ilgili bir deney yapıyor. Kendini şanslı ve şanssız diye adlandıran insanlara bir gazete veriyor. Gazeteyi inceleyip kaç fotoğraf gördüklerini söylemelerini istiyor. Gazetenin ortalarında bir yere de sayfanın yarısını kaplayan bir not koyuyor: Deney görevlisine bunu gördüğünüzü söyleyin; 250 dolar kazanın. Şanssız olduğunu söyleyenler, bu notu görmüyor! Başka bir şeyi aramaya odaklandıkları için...
Hayatımıza baktığımızda kendimizi şanssız hissedebiliyoruz. Oysa yaşananların arkasında, çocuk yaşta çevreden ve aileden farkında bile olmadan aldığımız inançlar var: Hayat zordur, para zor kazanılır gibi... Bu inançlar yolumuzu aydınlatmıyor. Bu inançlara göre hayatı tedbirler alarak, küçük düşünerek, risk almaktan uzak durarak yaşadığımızda; ben şanssızım diyebiliyoruz. Kendi payımızı unutuyoruz.
Yaşanan her şey bir deneyim ise ve siz aynı hayatı tekrar edip durduğunuzu düşünüyorsanız o zaman yaşadıklarınızdan ders almıyorsunuz. Attığınız adımları değiştirmiyorsunuz. Çok şanssızsınız(!)
Şans uyanık olma hali ise, artık uyanma zamanı! Şans dediğimiz şeyi yeniden tanımlayıp, hayatı şanslı insanlar gibi yaşama zamanı...
Şansınızı arttırmak için neler yapabileceğinizi anlatan yazı üyelere özel bölümünde: Şans Faktörü
Bu yazı 02.01.2010 tarihli Habertürk gazetesinde yayınlandı.
Etrafımdaki insanlara bakıyorum. Bazıları mutsuz, kaygılı, kafaları karışık.
Kafaları karışık çünkü hayattan ne istediklerini bilmiyorlar. İşin daha ilginç tarafı, ne istediklerini sormak akıllarına da gelmiyor. Biraz bunu düşündüm. İnsan ne istediğini kendisine sormaktan gerçekten kaçar mı diye... Ve gerçekten kaçabilirmiş, onu fark ettim. Gelin bakalım niye:
- Bir kısmı kendi hayallerinin, istek ve arzularının peşinden gitmekten korkuyor. Çünkü kendi adımlarını attığında sorumluluk da onların olacak. Oysa başkalarının beklentilerine göre adım attıklarında hep suçlayabilecekleri, "senin yüzünden böyle oldu" diyebilecekleri birileri var. Sorumluluk almaktan, kendi hayallerini gerçekleştirirken başarısız olma ihtimalinden korkuyorlar.
- Birçoğunun dışarıya verdiği bir "resim" var. Bu resim genelde çok güçlü, çok başarılı bir insan resmi. Kendi seçtikleri yolda başarısız olurlarsa; rezil olmaktan, yıllardır üzerinde çalıştıkları o resmi kaybetmekten korkuyorlar. Oysa hayat kayboluyor... Yanlış adım atmak yerine hiç adım atmamayı seçiyorlar.
- İçlerindeki çocukla içlerindeki anne-babanın istekleri çelişiyor. Hayatlarını yönetmeye henüz başlamadılarsa, kulaklarındaki anne-baba sesi baskın geliyor. Kimisi onları üzmekten, kimisi başaramazsa onaylanmamaktan, hatta sevilmemekten korkuyor. Bu anne-bana sesini kısıp kendi iç sesini açabilmek öğrenilmesi gereken bir süreç.
- Birçoğu "Ya sevdiğim işi ya da çok para kazanacağım işi yapmalıyım" diye düşünüyor. Arada bir yerde ne oldu da hem sevdikleri hem de bol kazanabilecekleri bir işi aramaktan vaz geçtiler bilmiyorum. Oysa maddi olarak da büyük zenginliği yakalamış insanların, sanki ağız birliği etmişçesine söylediği bir şey var: İşini aşkla yaparsan para zaten gelecektir. Yıllar önce, dünyada oldukça ses getiren reklamları yaparken Benetton'un reklamcısına sormuşlardı. "Ne zaman tatil yapıyorsunuz?" diye. "Ben her gün tatil yapıyorum" demişti. İşte böyle tatil yapar gibi zevk alarak çalışacağımız bir işin peşinde olsak?
- Bir kısım insan da hayalinin gerçek olmasından korkuyor. Hayallerine kavuşursa sanki yerine yeni bir hayal koyamayacağını sanıyor.
Eskiden karşı cinsle yaşadığım ilişkilerde, bazen hiç beklemediğim bir anda konusunu bile anlayamadığım bir tartışma çıkıyor ve ortam birden geriliyordu. O andan itibaren yaptığım şey, biraz karşı tarafı anlamaya çalışmak, daha çok da kendimi anlatmaya çalışıp durmaktı. Bu anlama-anlatma çabası hiçbir işe yaramıyor; beni, onu ve ilişkiyi yoruyordu.
Bu döngüye başka bir açıdan bakmam Osho'dan okuduğum, Oscar Wilde'a ait olduğunu öğrendiğim bir sözle oldu: Kadınlar anlaşılmak için değil sevilmek içindir.
Yakın zamanda, yine kendimi konunun ne olduğunu bile anlayamadığım bir tartışmanın içinde bulduğumda, bu sefer kendimi anlatmak ve karşımdaki kişiyi anlamak çabasına girmek hiç içimden gelmedi. Öfkeli de değildim, belki sadece biraz "neler oluyor, şimdi ne yapmalıyım?" telaşı vardı.
Karşımdaki kişi benden uzak duruyordu. Sadece sarılmak istedim ve sarıldım. Zorlamadan... İkimizin de gözünden birkaç damla yaş aktı. O an anladım ki bazen birisine onu sevdiğimizi hatırlatmak yeterli oluyor. Hem de sadece sarılarak. Bir şey söylemeye bile gerek duymadan.
Konu o gün kapandı, aramızdaki gerilim boşaldı. Hatta ilişkimiz böyle enteresan bir deneyim yaşadığımız için daha bile güçlendi.
İçinden yetiştiğimiz sistem bize kendimiz olmayı öğretmiyor. "Ben ne istiyorum? Bu hayatta beni en çok ne mutlu eder?" gibi soruları kendisine soran çok az. Hayallerimiz bile ele geçirilmiş. Zengin olduğunda çoğu erkeğin hayali kırmızı bir Ferrari ya da Porsche sahibi olmak... Başka bir şey düşünemiyoruz bile. Kendi hayallerimizi ortaya çıkaramadığımızda, yeteneklerimizi keşfedip kullanmaya başlamadığımızda, attığımız her adım boş bir farklılaşma çabası olarak kalıyor. Aslında hepimiz farklıyız, ancak bunu keşfedemeyenler hâlâ farklı olmaya çabalayıp aynılaşıyor. İçimizdeki potansiyeli ortaya çıkarabilecek soruları sormaya başladığımızda zaten farkımız da görünecek.
Yıllardır kahveyi yudumlarken keyif, otomobil alırken konfor satın aldığımızı sanıyoruz. Çünkü böyle söylendi bize. Buna kananlar kahveye içecek, otomobile taşıt olmaktan daha fazla anlam yüklediler farkında olmadan.
Çok azımız kendisindeki güzelliklerin farkına varmaya çalıştı. Bu zahmete girmeyenler x markası giydiğinde güzel olacağı yalanına sığındı. Birileri ben senden daha güzelim diyebilmek için gitti 2 tane aldı. Kalabalığın içindeki yalnızlığını "bakın ben de sizdenim" diyebileceği sembollerle unutmaya ve unutturmaya çalıştı. O çantadan aldı, o gözlüğü taktı...
Duygusal açlığımızı çantalarla, gözlüklerle, otomobillerle doyurmaya kalktıkça, sokaklar birbirinin aynı insanlarla doldu.
Kendimizi olduğumuz gibi sevebilseydik, kıyafetimizle değil varlığımızla konuşabilirdik. O zaman biz de farklı olurduk, dünya da...
Bu yazı 13.11.2009 tarihli Habertürk gazetesinde yayınlandı.
Habertürk gazetesinden posta kutuma bugün bir soru geldi: Mutluluk anı yaşamaktan mı geçiyor yoksa hayatı planlamaktan mı?
Bu tartışma nereden çıkıyor? "Anı yaşayanlar" bir süre sonra boşluğa düşüyor, hayatı fazla "planlayanlar" da bir süre sonra boğuluyor. Her iki durumda da mutluluk, yani benim anladığım şekliyle doyumlu bir yaşam gelmiyor.
Ben koçluğu anlatırken şöyle diyorum: "Koçluk, hayallerinizi planlara, planlarınızı da gerçeğe dönüştürmenizi sağlar." Planlarınızı gerçeğe dönüştürürken de anı yaşayabilirsiniz.
Anı yaşamak demek, "ben kafama eseni yaparım, kimseye de hesap vermem" demek değildir. Anı yaşamak, "ne yapıyorsanız onu yapmak"tır. Çay içiyorsanız çay içmek, müzik dinliyorsanız müzik dinlemektir. İçtiğiniz çayın sıcaklığını, kokusunu, tazeliğini hissetmektir. Dinlediğiniz müziğin içine girmektir.
Ancak, böyle yaşamak tek başına doyumlu bir hayat getirmez. Çünkü "Ben neden yaşıyorum, hangi amaca hizmet ediyorum?" sorusuna kendinizce yanıt bulamazsınız. Bir süre sonra yaptığınız her şey boş gelmeye başlar. O yüzden her adımı tek tek planlamasanız da genel bir istikamet belirlemek gerekir.
Planlı yaşamak size çok ağırlık veriyorsa hedeflerin esnek ve değiştirilebilir olduğunu da hatırlatayım. Hayal ettiğiniz noktaya 3 değil de 5 yılda gelme ihtimalini göz önünde bulundurun. Ya da 2 senelik tecrübeden sonra başka bir şey istediğinizi fark ettiyseniz, eski planınızı bırakıp yeni bir plan yapın.
Aklınızın ve kalbinizin sesini dinleyerek hayallerinize doğru attığınız her adım size doyumlu bir yaşamı getirecektir.
Bu yazı 07.11.2009 tarihli Habertürk gazetesinde yayınlandı.
Geçenlerde arkadaşım Merve'yi ziyarete gitmiştim. Biz sohbet ederken, 6 yaşındaki kızı da arkadaşıyla evin içinde koşturarak oyun oynuyordu. Zaman zaman da bağırıyorlar ve kapıları çarpıyorlardı.
Bir kapı 3. kez gürültüyle çarptığında arkadaşım sohbete ara verdi. Kalktı ve sakince kızının oynadığı odaya giti. Kapıyı araladı ve sakince "Sen böyle kapıları çarptığında, gürültü yaptığında ben sohbet edemiyorum, Hakan`ın anlattıklarını duyamıyorum" dedi. Geri geldi, sohbete kaldığımız yerden devam ettik. Bir daha hiç gürültü çıkmadı.
Azarlama yok, uyarı yok, talep yok! Sadece kendini ifade var...
Bana özellikle ilişki koçluğu için gelen kişilerle aşağıdakine benzer dialogları yaşıyoruz:
- Sevgilim beni arayıp, kısa konuşup telefonu hemen kapattığında rahatsız oluyorum. (Burayı sizi rahatsız eden herhangi bir durumla değiştirebilirsiniz)
- Peki siz bu rahatsızlığınızı dile getirdiniz mi?
- Hayır getirmedim.
- Peki o halde o bunu nereden bilecek?
Tüm ilişkilerimizde kendimizi ifade ettikçe, karşı tarafın ihtiyaçlarımızı daha kolay anlamasını da sağlamış oluyoruz. Böylece iletişim başlamış oluyor.
Yaklaşık bir yıldır, genelde Yoga adı verilen, benim farkındalık dersleri dediğim derslere gidiyorum.
Bugüne kadar öğrendiklerimden biliyorum ki katı bir zihin, vücudu da katılaştırıyor. Zihin (düşünceler, bakış açısı) esnedikçe vücut da esniyor.
Bilmekle idrak etmek bambaşka şeyler. Geçtiğimiz gün yukarıda bildiğimi söylediğim şeyi derste bizzat yaşayınca hayretler içinde kaldım.
Oturur vaziyetteyken; ayak tabanlarımızı iç içe değdirip, başımızı ayaklarımıza yaklaştırdığımız bir hareket var. Ben bu hareketi yaptığımda başım ayaklarıma yaklaşık 1,5 karış mesafede kalıyordu. Bu hareketi yaptıktan hemen sonra, vücut esnemesini hiç içermeyen başka bir hareket yaptık. Yine oturur vaziyette; ayak tabanlarımız ve avuç içlerimiz yere değerken, tuttuğumuz her ne varsa bırakmaya niyet ettik. Ve vücudumuzdan akıp gittiğini hayal ettik.
Hemen ardından ilk hareketi yeniden yaptığımda başım ayaklarıma değiyordu. Üstelik daha önce, zihinde bırakınca vücudunuz esneyecek gibi bir şartlamada da bulunmamıştı öğretmenimiz. Yani her şey bırakmaya niyet etmemizle oldu!
Yazının ilk halinde en önemli birkaç noktayı atladığımı fark ettim. Onları da ilave ediyorum: Bıraktığınız şeyin vücuttan akıp gittiğini hayal ederken önce karnınıza derin bir nefes alın. Nefesle birlikte içinizdekini de bırakın. Münkünse salonun orta yerine değil de açık camdan tâ denize kadar attığınızı hayal edin. Evinizde de tütsü veya mum yakın ki bunları yaparken çıkan enerjiyi temizlesin. Tuhaf da gelse çok önemli noktalar olduğunu ileteyim.
Vücudunuzdaki her esnemeyen nokta, bırakamadığınız bir üzüntüyü, öfkeyi, acıyı vs tutuyor! Bu konudaki kısa bir yazıyı da üyelere özel bölümünde bulabilirsiniz.
Bundan birkaç sene önce bir arkadaşımla konuşurken bana şunları anlattı: Babası ona demiş ki, "Kızım, 20-30 sene çok çalışacaksın, ancak ondan sonra rahat bir hayat sürebilirsin." O da babasına şöyle bir yanıt vermiş: "Baba bu senin inancın, bunun böye olmadığını sana gösterebilirim. Ben hem sevdiğim işi yapıp hem rahat çalışıp hem de çok para kazanabilirim."
1 - 1,5 sene kadar çok çalışıp babasının şirketinde bir bölümü yoktan var etmiş. 3 kişiyi o bölüme işe aldıktan sonra haftada sadece birkaç gün işe giderek o işin gidişini kontrol etmeye başlamış. Oradan para kazanırken, bir yandan da yapmaktan çok keyif aldığı Yoga ile ilgili bir stüdyo açmış. Artık severek yaptığı bir işi var. Yazın dünyanın çeşitli yerlerinde uzun tatillere çıkabiliyor. Yoga kampları ve gezileri düzenleyerek gezerken bile para kazanabiliyor.
Benim de inançlarımı sorgulamamı sağlayan ve yeni yaşamımın kapılarını açmamda beni motive eden bu arkadaşıma çok teşekkür ediyorum.
İnançlarımız hayatımızı şekillendiriyor! Sahip olduğumuz güçsüzleştirici inançlarla hayatı zorlaştıran da aslında biziz. Dolayısıyla bunları değiştirerek yeni bir hayata da sahip olabiliriz. İnançlarınızı nasıl değiştirebileceğinizi üyelere özel bölümündeki bu yazıdan okuyabilirsiniz.
Bu sefer Cosmopolitan havasında bir yazı yazmak istedim. Bazı ilişkiler neden yürümez? Aşağıda yazanları kendi ilişkimizde fark etmek işimizi kolaylaştırabilir diye düşündüm. Bu yazıyı kendi yaşadıklarım, gözlediklerim ve danışanlarımla keşfettiklerimi bir araya getirerek yazdım. Bakalım bazı ilişkiler neden yürümüyor?
Ne istediğini net olarak bilmemek: Bir yandan "Ben özgürlüğümü seviyorum, böyle mutluyum, hayatımda kimse olmasın" derken diğer yandan "Ah benim de huzurlu mutlu bir birlikteliğim olsa" demek o ilişkiyi başlarken bitiriyor. Tıpkı bir arabanın aynı anda hem gazına hem frenine basmak gibi, böyle olunca ilişki de bir yere gitmiyor. Üstelik bunu yaptığımızın çoğu zaman farkında bile olmuyoruz. Bir ilişkiden neler istediğinizi netleştirin. Mümkünse kağıda dökün.
İlişkide kadın ve erkek rollerininin karışması: Erkek dansta kadını yönetendir. Erkek yönlendirdiğinde kadın da o komuta uyarsa dans akmaya başlar. Ancak erkek kadını sağa döndürmeye çalışırken kadın kendi başına sola dönmeye çalışırsa dans bozulur. Figür karışır. Dans her iki taraf için de yorucu hale gelmeye başlar, akmaz. Yapana da seyredene de keyif vermez. Sağlıklı yürüdüğünü düşündüğünüz ilişkilerdeki kadın ve erkek modellerini inceleyin.
Karşı cinsi sevgi testlerine sokmak: Kişi kendisini sevmediğinde, karşısındakinin kendisine olan sevgisini de sınar. Göze en çok çarpan iki şekli:
a) Herhangi bir nedenle ilişkideyken çekip gitmek, sonra aramasını bekleyerek karşı cinsin sevgisini sınamak. Az aradığında "Yeterince aramadı", çok aradığında "Üff, üstüme fazla geldi" demek.
b) Herhangi bir konuda karşı cinsi zorlamak: Yaptığınız şeylerin dozunu abartarak karşı cinsin dayanıklılık sınırını ölçmek, dayandığını gördükçe dozu arttırarak ne kadar sevildiğinizi anlamaya çalışmak. Bıktırana kadar seni seviyorum demek, istemediğini söylediği bir şeyi defalarca yapmaya devam etmek gibi... Sevilip sevilmediğinizin onayını aramak yerine önce kendinizi sevmenin yollarını bulun. Kendinizi hoş tutacak şeylerin listesini döküp bunları kendiniz için de yapın. Bu konuda çok etkili olduğunu düşündüğüm bir yöntem de, her gün aynaya, gözlerinizin içine bakarak defalarca "seni seviyorum" ve "kendimi seviyorum" demek.
Eski ilişkiyi temizlemeden yenisine başlamaya çalışmak: Kalbinize ancak bir kişi sığabilir. Öncekinin kırıntılarını temizlemeden yenisini içeri almaya çalışıyorsanız o kişi tamamen kalbinize ve hayatınıza giremez, ilişki de yarım olur. Üyelere özel bölümündeki yazıların arasında bulunan mektubu bolca yazıp kalbinizi ve zihninizi temizleyin.
İstemediğini söyleyen kişilerde ısrar etmek: Karşınızdaki kişi herhangi bir nedenle sizi ve ilişkiyi istemediğini söylediğinde o kişide ısrar etmek. Bu hem öz saygınızı incitir, hem de bir yere varamazsınız. Sizi istemediğini söyleyen birisine takılıp kalmak yerine yaşadığınız şehirde aradığınız kriterlerde kaç ihtimal daha olduğuna bakın. Sizi istemediğini söyleyen bir kişide ısrar etmek niye?
Sevgilisi olmayanlara son not: Geriye değil daima ileriye bakın. Kendinizi, tanımladığınız mutlu ilişkinizin içinde hayal edin. Bir de hepsinden önemlisi boş verin. Hayatı "oldu da olmadı da" diye kederlenerek ziyan etmeyin. "Sevgilim olduğunda şunu yaparım" dediğiniz ne varsa onları şimdiden yapmaya başlayın.
İlişkilerinize ve kendinize başka bir açıdan bakmak için Hayalinizdeki İlişkiye Ulaşın uygulama paketini de alabilirsiniz.Tıklayın.
Yıllar önce hayatın içinde sıkıştığım, kendini tekrarlayan olayları sıkça yaşadığım bir dönemde sevgili öğretmenim Bilge Şeker'e "Peki şimdi ne yapmalıyım?" diye bir soru sormuştum. Bana verdiği yanıtı hâlâ saklıyorum. Kaybolduğumu düşündüğüm anlarda bana ışık tutmuş bu cevabı sizlerle de paylaşmak istedim:
"Olan bir şeyi değiştirmeye çalışma. İleridekinden bilgi iste. Aldığın bilgiyi tam uygula. Korkma. Ciddiye alma. Her zaman eğlen. Kendin sandığın senden vaz geç!"
Bu ara iç sesim sadece durmamı söyledi. Ben de öyle yaptım. Siteme yazı yazmalıyım diye bir zorunluluk getirmek istemedim kendime. Keyifle yazayım ki sizler de keyifle okuyun diye bekliyordum bir süredir.
Her gün ürün vermekten yorulan toprağı, zenginleşsin ve kendine gelsin diye nadasa bırakırlar ya, ben de öyle yaptım.
Bu süre içinde sitemi takip eden okurlardan güncellemeleri biraz daha sık yapmam konusunda çok nazik şekilde yazılmış mesajlar aldım. Herkese teşekkür ederim.
Birçoğumuzun nedenini veya gerçekliğini hiç sorgulamadan kabul ettiği o kadar çok şey var ki hayatımıza yön veren.
Milyoner Aklın Sırları adlı kitaptan küçük bir alıntı yaparak başlayayım:
Kadının biri akşam yemeği için jambon pişirirken jambonun her iki ucunu da kesiyormuş. Bunu görünce şaşıran kocası, neden iki ucu da kestiğini sormuş. Kadından "Annem böyle pişirirdi" cevabını almış. Rastlantı bu ya, kadının annesi o gece onlara yemeğe gelmiş. Kendisine jambonun neden her iki ucunu da kestiğini sormuşlar. O da "Annem böyle pişirirdi" demiş. Sonuçta anneanneye telefon ederek aynı soruyu sormuşlar, anneannenin cevabı ne olmuş dersiniz? "Çünkü tencerem çok ufaktı!"
Yıllar önce epey araştırdıktan sonra sütle ilgili bir çeviri yapıp internette bir iki e-posta grubuna göndermiştim. Çeviri kısaca süt ve süt ürünlerinin sağlığa faydalı değil zararlı olabileceğini anlatıyordu. Ana çıkış noktası da doğaydı. Doğada hiçbir hayvan başka bir hayvanın sütünü içmiyor. Ergenlikten sonra süt içen hayvan bulunmuyor. İnsan vücudunda sütü sindiren enzim ergenlikten sonra vücut tarafından neredeyse hiç üretilmiyor. O zaman biz niye içiyoruz?
Böyle nedeni veya gerçekliği hiç sorgulanmadan kabul edilen o kadar çok şey var ki hayatlara yön veren. Sütü sevmediği, midesi gaz yaptığı halde süt içen insanlarla dolu bir dünyada yaşıyoruz... Neden? Süt iyidir dendiği için. Jambonu pişirirken iki ucunu kesen insanlar var. Neden? Annesinden böyle gördüğü için.
Dev endüstriler tarafından mesaj bombardımanına tutulduğumuz, biraz da neyi niye yaptığımızı unuttuğumuz bir dönemi yaşıyoruz. İşte benim işim, sorgulanmayanı sorgulatmak. Neden yaptığınızı bilmediğiniz ezberlerinizi bozmak... Kendinizi ortaya çıkarmak... Ne istediğinizi size keşfettirmek ve onu yapmanıza destek olmak...
Sevmediğiniz halde, sağlıklı dendi diye içtiğiniz sütü bırakma zamanı artık...
Birkaç gün önce tek satırlık bir mesaj aldım. Mutlu musunuz? diye soruyordu. Yazdığım yanıttan esinlenerek buraya düşüncelerimi koymak istedim.
Merve İldeniz'in bir röportajında okumuştum. "Kedin ölür mutsuz olursun, önemli olan iç huzuruna ulaşabilmek" diyordu. İnsanız ve insanın doğasında yeri geldiğinde üzülmek, ağlamak da var. Zaten bunlar olmasa mutlu olduğumuzun da farkına varamazdık.
Yıllar önce Tayfun Talipoğlu, Bamteli programında Anadolu'nun fakir bir köyünde yaşlı bir amca ile röportaj yapıyordu. Amca içinde bulundukları imkansızlıkları anlatıyordu. Tayfun Talipoğlu'nun dinledikçe artan üzüntüsünü görebiliyorduk. Sonunda "Amca mutlu musun?" diye sordu. Amca birden sinirlendi ve "Mutlu değilim dersem Allah benden razı olmasın!" dedi. Mutluluğun azlıkla, çoklukla alakası olmadığını anlatan bu bilge yanıt beni yıllardır hep düşündürür.
Ben hayallerime giden yolda her gün adım atıyorum. Benim için mutluluğun anlamı bu. Bugüne kadar bana öğretilmiş meli malı'ları yapmak yerine, iç sesimi dinlemeyi ve istediklerimi yapmayı öğreniyorum. Bu da beni mutlu ediyor. Genel olarak da hamdolsun mutluyum.
Sizlere de mutlu günler dilerim.
Yıllar önce Beşiktaş semtinin şifacısı olan bir hacı teyzeyi ziyarete gitmiştim. Evi son derece sade idi. İhtiyacı olanın dışında hiçbir eşyası yoktu. Sohbetimiz sırasında bana şunu söylemişti: "İki paket makarnam olsa birini veririm, yarınımızın garantisi yok ki...". Bu kadar sade yaşayabilmek...
Her bahar geldiğinde kendime göre bir bahar temizliği yaparım. Benim buradaki genel prensibim 1 yıldır kullanmadığım her şeyi vermektir. Bunu bilmeme ve uyguladığımı sanmama rağmen, evde ne çok eşya birikmiş. Hiç bere takmazken 3 tane bere buldum evde :-) Dolabı açtığımda hiç bakmak istemediğim köşeler vardı. Sevdiğim birisinin hediye ettiği, uzun zamandır hiç giymediğim ancak anısı var diye tuttuğum gömlek... Takım elbiseli iş hayatına dönmeyi düşünmediğim halde tuttuğum 10'a yakın kravat... Bugün hepsine elveda dedim... Üzerimden nasıl bir yük kalktığını anlatamam. Evim sevdiğim eşyalarla dolu şimdi.
Hayatımızı kullanmadığımız "şeylerden" arındırdığımızda nefes almaya başlıyoruz. Yer açtıkça, hayatımıza ihtiyacımız olan şeyler akmaya başlıyor.
Bahar hızlı geldi, haydi temizliğe! Bir de tütsüler yakıp evinizi enerji olarak da arındırabilirseniz harika olur.
Geçtiğimiz hafta Türkiye'de yaşayan yabancı koç arkadaşım Giuseppe Totino ile konuşurken, Doğu kültürlerinin ve Türklerin kendilerini kutlamaktan kaçındığını fark ettik. Bana sorduğu şey şuydu: Bugün başardığın ve kendini kutlayabileceğin en küçük şey nedir?
Bir an durup düşününce, çok verimsiz geçirdiğimi sandığım bir günün içinde kendimi kutlamaya değer o kadar çok şey buldum ki... Bir anda ruh halim değişti. Kendi kendime bugün ne kadar güzel işler başarmışım diye düşündüm.
Yabancıların gratitude journal yani şükran günlüğü dedikleri bir şey var. Başlarından geçen ve şükran duyabilecekleri en küçük şeyleri bile yazdıkları bir günlük bu. "Bugün yolda yürürken ayağım takıldı, düşmedim"den tutun da, "Bugün birisinden harika bir iltifat aldım"a varıncaya kadar her şeyi içerebilir bu günlük.
Hayata böyle bakmaya başladığımızda, şükran duyabileceğimiz ve kendimizi kutlayabileceğimiz o kadar çok şey var ki. Bugün, ne zamandır cesaretinizi toplayıp da yapamadığınız bir işi başardıysanız, bunu bir pastanın üzerine birkaç mum koyarak kutlamaya, coşkunuzu yakınlarınızla paylaşmaya ne dersiniz? :-) Ya da pastayı boş verin, siz nasıl kutlamak istersiniz?
Okuduğunuz yazıyı beğendiyseniz, uygulamaları da içeren üyelere özel yazıları okuyabilmek ve sitedeki güncellemelerden haberdar olmak için üye olabilirsiniz.