Hep şanssızdım. İstediklerim oluyordu kimi zaman ama, tam istediğim gibi değil! Zaten çoğu da gerçekleşmiyordu. Herkes ne güzel yaşıyor, her istediğini yapıyordu. Peki ya zavallı ben...
Ama tabii böyle olmanın da çok iyi tarafları vardı. Böylece kaderdaşlarımla(!) karşılıklı kahve içip bol bol şikayetlenip vızıldanma şansımız oluyordu. Zaten konuşacak başka bir şey de yoktu ki!
İşte tam da böyle kaptırmış giderken içimde bir yerde `artık yeter` zilleri çalmaya başladı. Bir çare bulmak lazımdı. Gardırobumun içine tıka basa doldurduğum pantolon, kazak ve ayakkabıların bu konuda bana yardımcı olamayacağına karar verdim ve soluğu Hakan Arabacıoğlu`nun renklerle dolu evinde aldım. Unutmadan belirteyim, içeri girdiğimde ağlamaya çoktan hazırdım. Yaşasın, ne kadar talihsiz olduğumu bu kez beni çok iyi anlayacak birine anlatacaktım ve tabii ki o da beni onaylayacaktı. Tıpkı bugüne kadar herkesin yaptığı gibi...
E tabii ki öyle olmadı. çok şaşırdım, çünkü şimdiye kadar bildiklerim bilmediklerimle çarpışıyor ve ben başka toprakları keşfediyordum. Hem de bu topraklar başkasının değil, benim egemenliğimdeydi.
Kendimi bildim bileli içimde var olan `saçmalama, nereye gidiyorsun` hissiyle bir hayli cebelleşmek zorunda kaldım ve kazandım. Sabah uyandığım andan başlayarak başka bir şeyleri yaşamaya başladım. Üstelik saç rengimi, modelimi, şunu bunu değiştirmeden... Sadece kendim için gerekeni yaparak.
Kendimi ödüllendirmeyi öğrendim ilk olarak (hâlâ Eminönü'ne balık-ekmek yemeğe gitmedim ama olsun). Böylece kutlamanın ve kutlanmanın tadına vardım. Hem de dışarıdan alkış beklemeden... Hayatımın en önemli projesi için harekete geçtim. Bu da sadece birkaç saniye içinde oluverdi.
Hakan Arabacıoğlu ile çalışmaya bana çok iyi geleceğine inanarak başlamıştım doğrusu. Ancak yine de bu derece hızlı olacağını düşünmemiştim. Artık şaşkın değil, mutluyum. Üstelik de sadece kendim olduğum için...
Zeynep Vanlıoğlu, Dergi Editörü - Aralık 2009