Yıllar önce, artmakta olan mutsuzluğumun içinde kıvranıyor ve mutluluğu hep erteliyorken, bir arkadaşım "Hakan, cennet burada!" dediğinde oldukça şaşırmıştım. Halbuki bize böyle öğretilmemişti hiç...
İyi bir din dersi öğrencisi olarak hatırlıyordum ki öldükten sonra karşımıza iki sorgu meleği çıkacak, bize önce kime inandığımızı ve peygamberimizi, sonra da ne olduğu net olarak açıklanmayan başka sorular soracaklardı. Bu sorulara verdiğimiz yanıtlara göre de cennetlik olup olmadığımıza karar verilecekti. Çocuk aklım bilgileri bu şekilde tasnif etmiş ve sonra da hiç sorgulamamıştı. Taa ki arkadaşım cennet burada diyene kadar...
Ne demek istediğini düşünmeye başladım. Yaşadığım hayattan mutlu olduğum söylenemezdi. Başarmaksa; Türkiye'nin en iyi okullarından birinden mezun olmuş, en iyi firmalarında çalışmıştım. Arabam, İstanbul'un güzel bir semtinde evim vardı. "Başarmıştım", ancak bu, dünyadaki cennetten uzakta olduğum gerçeğini değiştirmiyordu.
Üniversite 1. sınıfta elime Anlar diye bir şiir geçmişti. Bu şiirde 85 yaşında ve ölmekte olan bir adam geçmişine hayıflanıyordu. “Yeniden başlayabilseydim yaşama, daha çok dondurma, daha az bezelye yerdim. Her gittiğim yere şemsiye götürmezdim” diyordu. Bu şiiri o zamanlar okuduğumda çok etkilenmiş ve yurtta kaldığım odanın duvarına asmıştım. Bana hep yaşamayı, yaşamdan zevk almayı hatırlatsın diye!
Sanırım işler para kazanmaya gelince ve iş dünyasına girince karıştı. "Koş, durmadan koş. Yüksel, para kazan, biriktir, yatırım yap... Emekliliğinde yaşamaya bol bol zamanın olacak." Bu koşullanmaların doğru ya da yanlış olduğunu tartışmayacağım ancak ben o kadar hızlı koşmaya başlamıştım ki etrafımdakileri üstünkörü bile göremiyordum artık... Üstelik varmak istediğim bir yer de yoktu, emekliliğimdeki o huzurlu hayat dışında.
"Cennet burada" beni uyandırmaya başlayan ilk cümlelerden biri oldu.
Peki madem o emeklilik hayatı ve elden ayaktan düştüğümde kavuşmayı umduğum huzur umrumda değildi artık, o halde ne istiyordum? Oturdum kısa bir liste hazırladım.
- Kendi boyadığım rengarenk bir evde oturmak
- Doğa gezilerine çıkmak
- Tibet'e gitmek
- Balıklama denize atlamayı öğrenmek
- Yarım kalan ve kafama takılıp duran işleri tamamlamak
- Daha sağlıklı olmak
Bu listeyi yaparken şöyle bir şey geldi, aklıma: Sorgu melekleri ilk iki sorudan sonra, işte bunları soracaklardı: Hayal ettiklerimi yapıp yapmadığımı. "Hakan doğa gezilerine hiç çıktın mı?", "Hayatında hiç balıklama atladın mı?" Bu sorulara evet dedikçe sorgu melekleri ellerindeki listeye "check" işareti atıyorlardı. Ne kadar çok "check" alırsam bu dünyada da öbür dünyada da cennete o kadar yaklaşacaktım böylece...
İlk olarak evi boyamakla işe başlamaya karar verdim. Peki ama elime doğru dürüst bir fırça bile almamışken evi nasıl boyayacaktım? Bugüne kadar istediğim her şeyi başardığıma göre bunu da yapabilirdim. Daha önce evini boyayan arkadaşlarıma danıştım, işin püf noktalarını öğrendim. Hatta Internet çağının çocuğu olarak Internet’ten bu konuda yazılar bile okudum. Gittim boya kovasını ve fırçalarını aldım, boya kartelalarından hayalimdeki renkleri yarattırdım. Odanın yerlerini naylonla kaplayıp ilk fırçayı da bu konuda tecrübesine güvendiğim bir arkadaşımla sürdüm.
Birkaç hafta içinde, hayal ettiğim yatak odasına kavuşmuştum. Boyayı işten bana kalan zamanlarda yaptığım ve deneye yanıla ilerlediğim için bu kadar sürdü tabii. Sonuçta karşısına geçip baktığımda keyif aldığım bir odadaydım artık. Üstelik "Hakan ev boyuyormuş" diye merak eden, uzun zamandır görmediğim arkadaşlarım da eve gelip gitmeye başladılar. Sohbet ettik, boya yaptık. İş kendiliğinden bir şenliğe dönüştü. Çok eğlendim! Feng Shui'den esinlenerek evimi renklendirmemin hayatımı da renklendireceğine inandım ve bu şimdiden gerçekleşmeye başlamıştı.
Listemdeki maddeleri adım adım uyguluyordum. Bir arkadaşımı da ayartıp soğuk bir kış gününde Yalova'ya yürüyüşe gittim. Gezide hepimizden farklı olduğu her halinden belli olan, benden birkaç yaş büyük görünen bir kız vardı. Onunla sohbet etmeyi çok istedim. O önde ben arkada ilerlerken ona nasıl yaklaşsam diye düşünüyordum. Birden sanki ona baktığımı hissetti ve bana dönerek "Ne o, arkam çamur mu olmuş?" dedi. O an çok şaşırdım. Herhalde bana bakmadan beni gördü ve duydu diyerek kendisine bir de bilgelik atfettim. Yanına geçtim, o zamanlar çok konuşmama rağmen sözü tamamen ona bıraktım. Her nasıl olduysa o da zaten zihnimden sorduğum her soruya yanıt verdi. Bir yandan dizilerde oynayan, bir yandan dünyayı gezen, daha önce tanıdığım kişilere hiç benzemeyen bir kişiydi o.
Yegane konuştuğum anlardan birinde "Ben de Tibet'e gitmek istiyorum ancak 15 gün izin alamam ki" dedim. Hiç denedin mi? diye sordu. Denemediğim gibi, olmayacağına o kadar inanmıştım ki sormak aklımın ucundan bile geçmemişti. Denemeye karar verdim. Hadi diyelim ki izni aldım, bu sefer de yazın hiç tatil yapma, denize girme fırsatım olmayacaktı. O da haftasonları civardaki kasabalara gidebileceğimi, şehirden uzaklaşarak tatil de yapabileceğimi söyledi. Hiç böyle bakmamıştım gerçekten...
Peki neden Tibet? O zamanlar Tibet’e gitmek nedense pek modaydı. Dalai Lama kitapları çıkıyor, Tibet’le ilgili filmler çevriliyordu. Beni cezbeden şey ise bunların tamamen dışındaydı. Çocukken bir çizgi roman okumuştum. Bu çizgi romanda Batılı, yaşlanmış, mutsuz bir adam gerçeği aramak için yola çıkıyor ve kendisini Tibet’te buluyordu. Orada keşfettiği bir vadide 150 yaşında olduğunu söyleyen en fazla 35 yaşında görünen insanlarla tanışıyordu. Birkaç yılını onlarla geçirip onlarca yaş gençleştikten sonra ülkesine geri dönüyordu. Yıllar sonra aynı hikaye Tibet’in Gençlik Pınarı kitabıyla yeniden karşıma çıktı. Bu kitap da yine Tibet’e giden bir adamın orada bir manastırda öğrendiği bir dizi egzersiz, beslenme ve düşünme tekniği ile onlarca yaş nasıl gençleştiğini anlatıyordu. Muhtemelen Tibet bilinçaltımda “Gel Hakan, yeni bir yaşama buradan başla!” diye beni çağırıyordu.
O güne kadar hiç kimsenin 15 gün izin almadığı departmanda izin istedim. Önce bakarız dediler. Birkaç hafta sonra bir daha sordum, ses çıkmadı. 3. soruşumda pes etmelerinden midir nedir, izni aldım. Tibet turunu ayarladıktan sonra fark ettim ki izin tarihini yanlış belirlemişim. Yeni tarih işlerin en yoğun olduğu; değil 15 gün, 1 gün bile izin alamayacağım bir döneme geliyordu. Her şey bu kadar güzel giderken yoksa başa mı dönüyorduk şimdi? Bütün cesaretimi toplayıp durumu anlattım ve bilin bakalım ne oldu? Daha önce izni almış olduğum için hakkım saklı kaldı ve yeni izin tarihim de onaylandı. Tibet'e gidiyordum! 15 günlüğüne ve işlerin en yoğun olduğu zamanda...
Listemizdeki bir diğer madde balıklama atlamaydı. Balıklama atlamak bana hep çok erkekçe bir sembol olarak görünür. Yıllar önce bir arkadaşım 30 metrelik bir kayadan balıklama atlarken havada asılı kalmış resmini gösterdiğinde ona çok imrenmiştim. Ancak bunu yapabileceğimi hiç düşünmüyordum. Birkaç kez denemiş, kulağıma su kaçtı diye rahatsızlık duyarak bırakmıştım.
Artık zamanı gelmişti. Hayallerimdeki Hakan’a kavuşmak ve kendi cennetimi yaratmak için adım atmak gerekiyordu. Yaz gelip de havalar ısındığında her haftasonu Kilyos ve Adalar'daki plajlara gitmeye karar verdim.
Gene biraz Internet araştırması, bilen birkaç arkadaştan alınan tavsiyeler ve bir arkadaşımla birlikte işte Kilyos’tayım. Sabah deniz kenarında serinlikte lezzetli bir kahvaltı ettik. Denizde yüzdük, güneşlendik. Balıklama atlamadan önce oyalanarak aslında cesaret depoluyordum. Taa neden sonra denizin ortasında duran salı gözüme kestirdim ve üzerine çıktım. Sal o kadar alçaktı ki ayaklarım sanki su ile aynı hizadaydı. Yani sanki denizin içinden denize atlayacağım gibi. Düşündüğüm kadar kolay olmadı. Bir süre atlayanları izledim nasıl yapıyorlar diye. Yapmam gereken tek şey sadece kendimi denize bırakmak. Aşağısı o kadar derin ki, neredeyse 3 tane Hakan boyu. Yani yere değmeme imkan yok. Ancak ben gene de kafamı çarpmaktan, kulağıma su kaçmasından, sanki metrelerce yüksekten atlıyormuşum gibi vücuduma zarar vermekten korkuyordum.
Belki saniyeler süren ancak bana dakikalar kadar uzun gelen bir zamanda salın ucunda bekledim. Kendimi aşağıya bırakamadım. Denizden çıkan bir adamın "Ne düşünüyorsun, atlasana" diye seslenmesiyle kendime geldim ve kendimi suya bıraktım. Atlarken o havada süzüldüğüm belki bir saniyelik an, suya girdiğimde vücuduma değen kabarcıklar, tüm bu anlarda havada uçuyormuşum hissi... Ardından gelen başarmanın keyfi ve çocukça bir zevk… Hepsi bir aradaydı. Üstelik korktuğum hiçbir şey olmamıştı.
Tesadüfen mi iyi atladım diye düşünüp, çıktım bir daha atladım. Aldığım zevk her seferinde daha da arttı. O gün çocuklar gibi onlarca kere çıkıp çıkıp suya atladım.
O haftadan sonra balıklama atlama bahanesiyle her haftasonu arkadaşlarımla denize gittim. Trakya tarafına gittiğimizde yeşilin her yerden fışkırdığı ormanlarda yürüdük, ayçiçeği tarlalarında leylekleri kovaladık, denize karşı akşam balık yiyip keyif yaptık.
Bir haftasonu da bir arkadaşımla Adalar’da kiraladıkları eve kahvaltıya gittik. Vapurdan iner inmez yazın görmeye hiç alışık olmadığımız bir yağmur başladı. İnsanlar sığınacak bir çatıaltı bulabilmek için koşuştururken, hayretle bize bakanlara aldırmadan sanki hiç yağmur yağmıyormuş gibi yürümeye devam ettik. Tepelerden inen sular ayak bileğimizi geçmeye başlayınca ayakkabılarımızı da çıkardık ve adanın neredeyse öbür ucuna o yağmurda çıplak ayak yürüdük.
Yağmurda yürümek yukarıdaki listemde yoktu ancak eminim bir “check” daha almıştım. Bilmediğim bir dünyaya doğru attığım her adımda hayatım daha da keyifli hale gelmeye başladı.
Bu arada yaz sonunda 3 metreden balıklama atlayabilir hale geldim. Hem de kendi başıma!
Sonbaharda Tibet yolculuğuna çıktım. Kahkaha krizine girdim Tibet'te bir yerlerde. Herhalde en son çocukken olmuştu bu. Karnım acıdı gülmekten ve duramıyordum. Sanki yıllardır atmadığım kahkahalar bir bir çıkıyordu şimdi.
O kahkahalarla birlikte sanırım cennetin kapıları bana açılmıştı. Hayatımın yönünü değiştirdim. Artık keşkelerim değil iyi ki'lerim vardı benim ve bunları nasıl arttıracağımı çok iyi biliyordum. Gezide tanıştığım Şebnem’i bir daha hiç görmedim. İzini de kaybettim. Sanki geldi, “Hiç denedin mi?” diye sorarak sihirli değneğiyle hayatıma dokundu ve gitti...
Şimdilerde keyifli yaşama giden yolda dileyenlere rehberlik yapıyorum. Yani hayatlarında değişimi yaratmak isteyen ancak bunu nasıl yapacağını bilmeyen bireylere Zest Coaching markasıyla profesyonel olarak koçluk yapıyorum. Zest İngilizce keyif anlamına geliyor.
ANLAR
Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde, daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
Ama işte 85'indeyim ve biliyorum...
Ölüyorum...
Jorge Luis Borges
Yorumlar